Kültür Bakanlığı’nın ‘Anne’ temalı sergisine tepki: ‘Nazi rejimi de kadınları annelik rolüne özendirdi’

2025 yılının ‘Aile Yılı’ ilan edilmesinin ardından Kültür Bakanlığı'nın ‘anne’ temalı sergisine tepki gösteren kadınlar, Nazi rejiminin de kadınları annelik rolüne odaklandırdığını hatırlattı.

İZMİR – Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2025 yılını ‘Aile Yılı’ ilan etmesinin ardından Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü, ‘anne’ temalı bir sergi düzenlemeye karar verdi.

Annelik, anne, çocuk, şefkat, bereket, doğurganlık, hamilelik gibi hususları konu alan her türlü kültür varlığından oluşturulacak serginin mayıs ayı içinde açılması planlanıyor. Bu nedenle Bakanlık tarafından, müze müdürlükleri ile denetiminde faaliyet gösteren özel müzelere ve koleksiyonculara kayıtlarında bulunan ‘anne’ temasına uygun tüm eserlerin hızlı bir şekilde Genel Müdürlüğe bildirilmesi konusunda talimat verildi.

2025’in Aile Yılı ilan edilmesi ve Kültür Bakanlığı’nın ‘anne’ temasıyla düzenleyeceği sergi, kadınların bireysel kimliklerinden çok, birer ‘aile bireyi’ ve ‘anne’ olarak görülme eğilimini yeniden hatırlattı. Şefkat, doğurganlık ve hamilelik üzerinden şekillendirilen sergi, kadınların diğer pek çok yönünü, bireysel başarılarını ve kimliklerini görmezden gelen bir bakış açısını ortaya koydu.

Kadın kimliğinin annelikle sınırlandırılmasının yarattığı sorunları ve toplumsal cinsiyet mücadelesine verdiği zararı Prof. Dr. Fatmagül Berktay, Prof. Dr. Çiler Çilingiroğlu ve arkeolog Ece Sezgin’le konuştuk.

‘BU ANLAYIŞA GÖRE KADININ ESAS İŞLEVİ VE VAZİFESİ ANNELİKTİR’

“Elbette aile içinde annelik emeği ile ilgili her şey çok değerli, kadınların soyu üretme ve yaşatma yetisi olmazsa insanlık da olmaz” diyen Fatmagül Berktay, ancak kadınları salt bu tanıma hapsetmenin ve özgürleşmelerine set çekmenin onların birey olarak toplulukla ilişkisini kesen bir tutum olduğunu ifade etti. Bu tutumun aynı zamanda, aile içindeki tüm bakım işinin de kadınlara yüklenmesinin ‘meşru’ gerekçesi yapıldığının altını çizen Berktay, şunları söyledi:

“Kadınları tek bir kalıba sokarak onları sadece anne olma vasıflarıyla yücelten ‘fıtrat’ anlayışı, binlerce yıllık kadim doğa-kültür, akıl-beden, kadın-erkek kutupsal hiyerarşisinin bugüne taşınmasından ibaret. Kısaca kadın ve erkeğin biyolojilerinden kaynaklanan değişmez bir doğaları olduğu ve bu farklılığın toplumda bir ast-üst ilişkisine yol açtığı anlayışı… Bu anlayışa göre kadının esas işlevi ve vazifesi, anneliktir. Bu kalıbın dışına çıkıp özerk bireylik iddiasında bulunması hem ailenin hem de toplumun düzenini bozar. Dolayısıyla bu tarz etkinliklerle bu konunun yeniden ısıtılıp önümüze sürülmesi siyasal iktidarın sadece kadınlar üzerinde değil, toplumun tümü üzerindeki denetimini artırma çabasıyla bağdaştırılabilir. Kadınların kendi haklarına sahip özerk bireyler olmaktan, meslek sahibi bağımsız özneler olmaktan çıkmaları, boyunlarını büküp deveyi gütmeye devam etmeleri isteniyor. Yine otoriter bir yönetimin istediği biçimde hem kendileri itaat eden hem de itaatkar nesiller yetiştiren ve ancak bunun karşılığında bir ‘lütuf’ olarak korunmayı ‘hak eden’ annelere dönüşmeleri de…”

‘ANNELİK, HER KOŞULDAN KOPUK BİÇİMDE YÜCELTİLECEK BİR KONUM DEĞİL’

19’uncu yüzyıldan bu yana kadın hareketi içinde kadınların annelikten kaynaklanan özelliklerini vurgulayan özcü anlayışlar olduğunu hatırlatan Berktay, bu yaklaşımın aynı zamanda, ‘kutsal anne’ olarak kadını yücelttiğini ve ona birey olarak tanımadığı bir ‘statü’ kazandırdığını belirtti. Berktay, şöyle devam etti: “Bu yaklaşım onların ‘doğaları itibariyle’ daha barışçı, merhametli, yardımsever, fedakar olduğu sonucunu çıkarır. Doğrudur, bu tür özellikler bin yıllar boyunca kadınlara atfedildiği, onları özel alanın sınırları içinde tutmanın bir yolu olarak kullanıldığı için kadınlar da bu özellikleri genelde içselleştirdi. Ama bu değerli özelliklerin doğuştan gelen nitelikler olmadığını, kadınların da diğer insan varlıkları gibi her türlü iyiliği ve her türlü kötülüğü yapmaya muktedir olduklarını biliyoruz. Anne oldukları için daha barışsever olduklarını iddia ettiğiniz anda bazen kadınların kendi çocuklarını korumak için başka çocukları görmezden gelebildiklerini, bazen de kendi çocuklarını umursamadıklarını, üstelik de her kadının anne olmadığını kendinize hatırlatmanız gerekiyor. Golda Meir’leri, Margaret Thatcher’leri, Tansu Çiller’leri hatırlamak gerekiyor! Avrupa’da ‘femonasyonalizm’in yükseldiğini ve aşırı sağcı/ırkçı hareketlerin başını bazen Marie Le Pen gibi kadınların çektiğini hatırlamak gerekiyor. Dolayısıyla annelik, her koşuldan kopuk biçimde yüceltilecek, kutsallaştırılacak bir konum değil. Bu arada, her kutsallaştırmanın ardında bir tahakküm yatabileceğini de hesaba katmak gerek”

‘ÇOK ÇOCUK DOĞURAN ANNELERİN DİĞER KADINLARA ÖRNEK OLMASI SAĞLANDI’

Dolayısıyla kadınların annelikten kaynaklanan özleri itibariyle ‘doğal bakım verenler’ olduğu ve buradan bir ‘üstünlük’ türetilebileceği savının gerçeği yansıtmadığını dile getiren Berktay, kadın bedeninin ve doğurganlığının devletin nüfus politikasının aracı olmasına Nazi Almanya’sından bir örnek vererek sözlerini sonlandırdı: “1938’de Hitler, annesinin anısına ‘Annelik Nişanı’nı ilan etti. Adolf Hitler tarafından verilen Annelik Nişanı, Nazi Almanyası’nda kadınların doğurganlıklarını teşvik etmek ve Ari ırkın nüfusunu artırmak amacıyla oluşturulmuş bir onur madalyasıydı. Madalya, kadınların doğurduğu çocuk sayısına göre üç farklı kategoride verilirdi: 4 ya da 5 çocuk doğuran annelere bronz, 6 ya da 7 çocuk doğuran annelere gümüş, 8 ya da daha fazla çocuk doğuran annelere altın madalya verilirdi. Bu ödül, kadınları annelik rolüne odaklandıran Nazi rejiminin propaganda araçlarından biriydi. Kadınların toplumsal rolünü ev ve aile ile sınırlandırmayı amaçlıyordu. Bu nedenle, çok çocuk doğuran anneler onurlandırılarak diğer kadınlara örnek olması sağlandı. Bu madalya, Nazi rejiminin cinsiyetçi politikalarını ve ırkçı ideolojisini yansıtması bakımından tarihsel bir öneme sahiptir.”

‘SAVAŞÇI, AVCI VE ZANAATKAR KADINLARI NEREYE KOYACAĞIZ?’

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ‘annelik’ adı altında sergi planlamasını eleştiren Çiler Çilingiroğlu, “2025 yılının ‘aile’ yılı ilan edilmiş olması zaten her gün ailesindeki bir erkek tarafından katledilen, şiddete uğrayan ve aşağılanan kadınlar için büyük bir görmezden gelme niteliğindeydi. Biz sizi ve acınızı görmüyoruz demenin bir yoluydu bu” dedi. Kadın kimliğinin çoğu zaman annelik üzerinden tanımlanıp yüceltildiğine dikkat çeken Çilingiroğlu sözlerini şöyle sürdürdü:

“İşte Kültür Bakanlığı’nın müzelerdeki anne temalı eserleri bir araya getirerek düzenlemeyi planladığı sergi tam da bu anlayışı güçlendiren bir örnek. Oysa anne olmak kadın olmanın hallerinden yalnızca bir tanesi ve 21’inci yüzyılda Türkiye’de ve Dünyada kadınlar bu geleneksel anlayışın çok ilerisine geçmiş durumdalar. Ancak ne yazık ki gerici ve kadın düşmanı politikalar halen devam ediyor. Bakanlık yaptığı bu projeyle sadece Türkiye’deki kadınları değil, tarihteki tüm kadınları annelik statüsüne hapsediyor. Bu hikayede tarımı icat ederek dünya tarihinin akışını değiştiren kadınlar nerede olacak? Tunç Çağı’nda uluslararası ticaret yapan, muhasebeyi tutan ve seyahat eden kadınlar ne olacak? Savaşçı, avcı ve zanaatkar kadınları nereye koyacağız? Mısır firavunu II. Ramses’e kendi eşiti olarak hitap eden Hitit kraliçesi Pudu-Hepa bu annelik anlatısının neresinde kendine yer bulacak?’

‘AMAÇ SİSTEME UCUZ EMEK SAĞLAMAK’

Annelik ve doğurganlığa yapılan vurguların çocuk veya insan sevgisiyle hiçbir ilgisinin olmadığını savunan Çilingiroğlu; “Kadınların bedeni üzerinde söz sahibi olmaya alışmış olan ataerkil sistem, maalesef 21’inci yüzyılın ilk çeyreği biterken bile kadınlara çocuk yapmaları ve kendilerini yalnızca annelik statüsü üzerinden var etmelerini öğütlüyor. Doğurganlığı ve çocuk yapmayı öğütleyen politikaların arkasında ne olduğunu biliyoruz. Gerici ve neoliberal bütün yapılar kadını annelik rolüne hapsederek piyasaya ucuz emekçiler sağlanması için politikalar geliştiriyorlar. Dini değerleri, insan sevgisini ve şefkat gibi erdemleri kendi emek ve kadın düşmanı politikalarına alet ediyorlar. Kapitalist sistemin ve devlet aygıtının ucuz emek gücüne, yeni kölelere ihtiyacı var. Kendini var edebilme koşulu ancak ucuz emekle mümkün. Bunu bildiğimiz için annelik, bebek, doğurganlık ve bereket gibi kavramların aslında ideolojik birer kılıf olduğunu görüyoruz” ifadelerini kullandı.

‘HANGİ KADIN HANGİ MADDİ İMKANLARLA ÇOCUK YAPSIN?’

“Türkiye gibi hayat pahalılığının pik yaptığı bir ülkede insanlar açlık ve yoksulluk içinde borç batağında yaşarken, onları böyle sergilerle çocuk yapmaya özendirmek de tuhaf” diyen Çilingiroğlu, “Yakın zamanda asgari ücretliye, emekliye ve memura yapılan sefalet zamları ortada. Yurttaşların yaşam koşullarının iyileşmediği bir yerde, bu sefalet zamlarıyla hangi aile, hangi kadın hangi maddi imkanlarla çocuk yapsın? Bu ülkede çocuk yapmayı isteyen kadınlar bile maddi yetersizlikten yapamıyor. Sağlığın ve eğitimin ücretsiz olmadığı, asgari kültürel ve sosyal ihtiyacını bile karşılayamayan insanlara bebek yapmanın özendirilmesi bir çeşit psikolojik baskıdır. Gerçekten insan bu ülkenin tüm yükünü omuzlamış, her gün mucizeler yaratan, çalışan, üreten ve kendini gerçekleştiren kadınlarına üzülüyor. Bu kadar gerici, kadın düşmanı ve piyasacı bir politik ortamda kadınların ihtiyacı olan tek şey daha nitelikli ve daha eşit koşullarda eğitim, istihdam ve kendini gerçekleştirme imkanı” diye konuştu.

‘BABA’ TEMALI BİR SERGİDE HANGİ KAVRAMLAR SIRALANIRDI?

Ece Sezgin ise Kültür Bakanlığı tarafından planlanan bu serginin, Türkiye’de yeni yeni tartışılmaya başlanan toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesine devlet eliyle zarar verildiği anlamına geldiğini belirtti. Sezgin şöyle devam etti:

“Dünyada aile kavramı için artık farklı tanımlamalar yapılabilirken bizim gibi ülkelerde bu tanım hala anne baba ve çocuk(lar) ile sınırlı. Bu işin bir boyutu ama daha ciddi boyutu elbette ki kadınların ailedeki durumu… Bakanlık, ‘anne’ temalı sergi için eser talep ederken uysal kadınlık hali olan anneliğin bileşenlerini ‘şefkat, bereket, doğurganlık…’ şeklinde sıralıyor. Aslında tüm bu kavramlar, kadınların çıkmaması gereken kalıpları hatırlatmak için bir dikte etme hali oluşturuyor. Aileleri tarafından öldürülen binlerce kadının olduğu, yani kadının aile içinde güvende olmadığı bir coğrafyada, bizzat annenin ailede bir güven noktası olarak görülmesi oldukça tuhaf! Bakanlığın anneliği uysal bir üretim kaynağı olarak tanımlaması doğrudan kadının kısıtlanması anlamına geliyor. İnsan merak ediyor. ‘Baba’ temalı bir sergide hangi kavramlar sıralanırdı? Bu kavramlar arasında -annede olduğu gibi- üreme kabiliyetiyle ilişkili bir kavram bulunur muydu?”